19 Eki 2015

olmadik hayaller

Artik hic kimsenin kalmadi gercek hayalleri, herkesin dilinde sacma sapan seyler.
Bilemiyorum gerceklesmedikce dusler, delirdi mi insanlar. her gerceklesmeyen dus olmadik bos laflara donusup dudaklardan akar oldu.

Mesela ben, cok hayalleri olan biriydim, baktim degismisim, eski gunun gazetesi gibi olmusum, olmamisim yani. Hayatimdan beklentiyi calmisim. Beklentisizlik insani heyecanlari harcamis. Yalan olmus hayaller...yalan odukca hayaller, ruhumuzun balatalari gevsemis.

o kadar kiziyorum ki, ne derdin olabilir diyen insanlara..ulan sen once kendi gotu boklu yasantinda palavrar arkasinda yarattigin sozde mutluluk yalanindan bir siyril bakalim.ne cikacak altindan.hangi hayallerin gercek olmadi.. kendin icin, hayalini kurdugun dunya haric, ne varsa yasadigini, algilamaya baslamayi toton yediginde, malak gibi cikip "ne var mutsuz olacak" diyebilecek misin bakalim.
"
Hayat gerceklestiremedigin hayallerin arkasindan yas tutmak hakkina sahip olmaktir ...ki bunlarin gerceklesmemesinde senin hatan ne kadar yuksekse o kadar verimli olur yasin.ogrenirsin hatalarini yas tutarak, yenilenirsin.ama düdük hayatlarinizin yalanlari arkasina siginip, kendi perdesini aralamaktan, yasini tutmaktan kacinan insanlarin karsima gecip, "ne var yeaaaa" modunda konusmalari sadece aciklidir...

edit: cep telefonundan yazdigim icin, imla mimla hak getire..

23 Tem 2015

VARIM

Varım – ama neyim, kimse bilmez, ne de ipinde.
Kayıp bir anı gibi unutmuş dostlar beni;
Tüketirim kendimi kendi dertlerimde,
Kabarır, havalanırlar yokluk içinde,
Coşkun ve ezik, âşık gölgeler gibi;
Oysa varım ve yaşarım, savrulmuş hallaç bulutları gibi,
Ezilmişliğin, gürültünün boşluğu içinde,
Uyanık düşlerin diri denizi içinde,
Ne yaşamın, ne mutluluğun kavram olduğu
Hayat gemimin muazzam kazası içinde;
Ve en canlarım bile – yani en yakınlarım – bir garip,
Hatta diğerlerinden bile daha acayip.
Bir manzara düşlerim, adam ayağı başmamış,
Kadın yüzü gülmemiş, ağlamamış.
Yaşayayım orada Yaradanımla, Tanrımla
Ve uyuyayım çocukluğumun tatlı uykusuyla,
Rahatsız etmeden, edilmeden uzandığım yerde,
Altımda yeşil çimen – üzerimde gök kubbe.
john clare

6 Nis 2015

SEKİSLİ MEKİSLİ YAZI..

adam ile kadın çabuk çabuk eve koşarlar..ikisi de arzuyla yanmaktadırlar..kapıyı açar açmaz adam kadının üzerine atlar..REKLAMLARRRRR
AHAHA ne sandınız minicik basit bir öpüşme sahnesini ve Celal ile Ceren'nin bile yarısını sansürleyen televizyonlarımız varken ...size burada sevişme yazayım da şemsiyeyi açsınlar.....biz ahlaklı, toplumsal namusu kuvvetli insanlarız..hiç iki yüzlü değiliz ama, kanlı haberler tv de yayınlanırken, tv de evli bir çiftin masum öpüşmesi makaslancak kadar namusumuza düşkünüz..şahaneyiz biz..
Bu arada "Halime'yi samanlıkta..." tandansında türküleri olan bir milletiz de..elalemin namus bekçiliğini yapıp, gavurların terbiyesiz yoldan çıkmış hayatlarını eleştirip, akşam porno sitelerde dolaşan tiplerin ülkesiyiz...böyle yanar dönerli birşey alalım ortaya derseniz, yarım porsiyon Türkiye sipariş edin..fazlası mideye oturur..üstüne de soda için..

15 Şub 2015

DÜRRÜK İNSANSILAR

Özgecan'ı düşündüm.İçimin sızladığı kimbilir kaçıncı masum canın katlediliş hikayesiydi. Sonra milletimizi düşündüm, savasi kendince protesto etmek icin, gelinlik giyip, otostop yaparak filistine kadar gitmek isteyen Italyan PICCA BACCA aklima geldi birden...

Evet..hani su -tecavuzun oldugu GAVUR AVRUPA'DA- baska ulkelerden sag saglim gecip, Turkiye'ye girer girmez gebze civarinda TECAVUZ EDILIP öldurulen.....

Birde buna .."eee kadin misyonermis" diye cevap verenler vardi.

S..kimsonikler misyoner olsa alt tarafi sinir disi edersin...tecavuz edip oldurmezsin..bak bak mantığa bak..buyur eğitebiliyorsan eğit, bu dürrükleri.


Bir de böyle bir yazım var...buna benzer konularla ilgili: ASİT ATAN ERKEKLER

Bol bol imla hatası olabilir iki satırcık bu yazıda çünkü çok öfkeli ve hızlı yazıldı..ayrıca imla kuralları çok da fifi şu an...

26 Ara 2013

DOKTOR ÖLÜM....


Uykumun kaçtığı sıradan gecelerden birinde, tv kanalları arasında gezinirken, ekranda Al Pacino'yu farkettim. Daha önceden izlemediğim bir filmiydi. Sevindirik vaziyette, filmi en başında yakalamış olmanın şansıyla izlemeye başladım.

Film 1928 yılında doğup, 2011 yılında vefat eden Jacob "Jack" Kevorkian, nam-ı diğer ölüm doktoru ile ilgiliydi. Bu doktorun hayatını, benim gözümde enteresan yapan, savunduğu değerleri kadar, bugün ki Doğu Anadolu'da doğmuş olan Ermeni asıllı bir anne ve babanın çocuğu olmasıdır. Dünyada pek çok kişinin ölüme bakış açısını değiştirmeyi başarmış bu adam Osmanlı asıllı bir ermedir. Ailenin Amerika'ya göç etmesinden sonra, Amerika'da dünyaya gelmiş, hayatı boyunca yalnız yaşamış, resim yapmış, müziğe de gönül vermiş bir tuhaf adamdır.

Ölüm Doktoru lafı size kötü şeyler çağrıştırmıştır diye zannediyorum. Ki savunduğu değerler bazınıza gerçekten kötü de gelebilir ama ben filmi izlerken ve sonra da hayat hikayesini başka kaynaklardan okurken, bu adamın cesaretine hayran kaldım ve kendisine verilmiş bu lakabı çok acımasız ve çirkin buldum..Bence Ölüm Doktoru yerine ona Kurtarıcı gibi bir kahraman ismi verilebilirmiş kanaatimce..

Sebebine gelince, tıp fakültesinden mezun olduktan sonra , ki bu da 1952 senesine tekabül eder, her zaman dönemin insanlarına çok zıt gelebilecek düşüncelerini dile getiren bir doktor olarak görevini ifa etmiştir. Özellikle ölüme yaklaşımı benzersizdir.

Gerek dini, gerek toplumsal kurallar ölüm kavramını biz insanlar için ciddi bir tabu durumuna getirmiştir. Ölüm korkutucudur, hakkında düşünülmesi zor olandır, çoğu kişi için hiç gelmesin istenilendir. Neredeyse hepimiz günlük yaşantımızı, sanki ölmeyecekmişiz gibi yaşamıyor muyuz. O kadar düşünülmekten imtina edinilendir işte ölüm...Zincirlikuyu Mezarlığı'nın kapısına “Her canlı bir gün ölümü tadacaktır” yazısı yazıldığında toplum olarak ne kadar rahatsız olduk hatırlayın. Yalan mıdır ? Hepimiz ölmeyecek miyiz ? Ama o kadar bilinç dışına itmişiz, o kadar inkar içerisindeyiz ve o kadar ölümsüzlük yanılgısındayız ki, bunun doğru olmadığını belirten tek bir cümleye bile tahammül edemedik. Mezarlıklar müdürlüğüne şikayetler yağdı. Çocuklarımız korkuyor, dendi..

Dünyadaki tek tanrılı ve reenkarnasyona inanmayan toplumların hepsinde ölüme karşı buna benzer “yokmuş gibi davranalım” yaklaşımı bulunur. İşte Jack Kevorkian, doktor olduğu andan itibaren bu kırılması imkansız tabuyu kırmaya çalışmış, insanları ölüme daha esnek bakmaya çağırmıştır.

Ölümün insanın kişisel tercihi olabilmesi gerektiğini savunan doktor, bu fikri iradesi için çok eleştirilmiş ama fikirleri değiştirmek yerine , gerektiğinde üniversite kürsünü, gerektiğini mesleğini, gerektiğinde de özgürlüğünü feda etmiştir.

Kevorkian gerçekten fiziksel acılar çeken veya çok ağır hastalıklarla boğuşup, ölmeleri kesin olan insanların intihar etmelerine yardım etmiştir.

Michigan eyaletinde 1976-1998 yılları arasında intihar etmek isteyen hastalara malzeme temini yapmak kanuni olarak suç olmadığından dolayı, 1990-1998 arasında 130 hastanın hayatını sonlandırmasına yardım etmiştir. Elbette arada kürsüsünden ve doktorluk ehliyeyetinden de olmuştur ama savunduğu değerlere inancı sayesinde vazgeçmemiştir.

"Yardımlı İntihar" da ne mene bir şeydir ? Anlatayım; Öncelikle hasta doktora başvuruyordu , durumunu ve raporlarını getiriyordu. Kevorkian bunları inceliyor ve hastanın sadece depresyonda olduğu için mi yoksa gerçekten acı çektiği için mi ölmek istediğini anlıyordu. 130 kişinin ölümüne yardım etmişti ama binlercesinin talebini de reddetmişti. Eğer hastanın en ufak bir kurtulma şansının olduğu hissediyorsa ya da ölümcül hastalık henüz daha ağrılı ve ızdıraplı safhasına gelmemişse de reddediyordu.

Kabul ettiği hastaların intiharına, kendi evlerinde, karbonmonoksit gazı maskesi takılarak ve gaz akımını açacak olan düzenek hastanın eline verilerek, hastanın istediği ve hazır olduğu zaman düzeneğin ipini çekip gaz salınımı başlatması şeklinde bir sistemle yardım ediyordu. Bu işlemden önce hasta ve ailesiyle videoya çekilen bir röportaj yapılıyor, hastanın hastalığını ve ızdıraplarını açıklaması isteniyordu. Sonrasında, hastaya son isteği soruluyordu. Hasta ölmek istediğini beyan edince, bu sefer aile bireylerinden, varsa itirazları ve korkularını dile getirmeleri isteniyordu. Korkulanlara cevap veriliyor ve bu kişilere- konuyu son kez tartışmaları için- istedikleri kadar süre veriliyordu. Çoğu en geç bir hafta içerisinde dönüş yapıyorlardı. Ölüme onay verdiklerini belirttikleri ikinci bir videonun ardından, yukarıda bahsettiğim düzenek eve getiriliyor ve hastanın kendi hayatına son verebilmesi için işlemler başlıyordu.

Kevorkian bu şekilde 130 kişinin hayatını sona erdirmesine yardım etmiştir. Hangi hastalıklar yüzünden, kimlerin intiharına yardım ettiğini merak edenler bu linkten 120 tanesine ulaşabilirler.

Dile getirdiği fikirlerinden bazıları şöyledir;
  • Ben bunu insanları öldürmek için yapmıyorum, insanların acılarına son vermek için yapıyorum.
  • Ölümcül olmayan hastaların intiharına yardım ettiğim söyleniyor ki, hepimiz ölümcülüz, hepimiz, öleceğiz..
  • Ölmek istemek suç değildir.
  • Doktorlar makineye bağlı bir hastanın, fişini çektikleri zaman suç olmuyor, bu o hastaya sorulmuyor bile ama ben hasta ve ailenin kendisiyle konuşup onay aldıktan ve onların isteği doğrultusunda bu işi yaptığımda suçlu oluyorum.
  • Diğer insanlar gibi kendime yalan söylemiyorum.
  • Doğmak isteyip istemediğimizi sormuyorlar.
  • Tanrıcılık oynadığımı söylüyorlar, doğal bir prosedüre karıştığımı söylüyorlar. Öyleyse hayatın akışındaki herhangi bir gidişata karışmak tanrıcılıktır. O zaman tedavi olabilecek kanser hastalarını da tedavi etmeyelim çünkü ölmesi gerekiyor doğal gidişat bu değil mi?
  • Bu hastalar ve ben kendi bedenlerimizle başkarını rahatsız etmeyecek şekilde ne istersek yapmak hakkına sahibiz.
  • Acı çeken ve ölmek isteyen bir insanın ölmesine yardım etmek cinayetse evet ben bir katilim.
  • Bir gün zamanı geldiğinde çok acılar içindeysem bir doktorun da bana yardım ederek bu acılarıma bir son vermesini diliyorum...
Jack Kevorkian, savunduğu idealleri uğruna davalardan davalara sürüklenmiş ve sonuncu hariç hepsinden beraat etmiştir. Savcılık ve polis sorgularında onca baskıya rağmen, hasta yakınlarından hiçbiri ondan şikayetçi olmamış aksine yıllar sonra dahi -sevdiklerinin acısına son verdiği için, ne kadar müteşekkir- olduklarını dile getirmişlerdir. Buna rağmen 1999 senesinde son davasında savcının taktik değiştirmesi ve Kevorkian'nın avukat yardımını reddetmesi üzerine yapılan yargılamada 8 sene hapse mahkum edilmiştir..

Bu şansına münhasır karakter, karaciğer kanseri hastasıdır ancak 2011 senesinde böbrek yetmezliği ve zatürreden 8 gün içinde ölmüştür. Kendisini hayatta tutacak müdahalelere izin vermemiş ve avukatının dediğine göre acı çekmeden hemen ölmüştür.

Jack Kevorkian dünyada acı çeken ve çok kötü durumda bulunan ve tedavi olanağı olmayan hastaların kurtuluş kapısı olan ötanazinin ve/veya yardımlı intiharın başka ülkelerde de kabul edilmesinin de önünün açmıştır.

Bu ülkeler:

Almanya, İsviçre, Belçika, Japonya, Meksika(bazı bölgelerinde yasal değil),, Lüksemburg, Kolombiya, Amerika'da -Oregon-Washington-Vermont- Montana.

Peki siz ne düşünüyorsunuz..Gerçekten, tedavi imkanı olmayan, umutsuzca fiziksel acı çeken bir kişinin ölmesine yardım edilmesi suç mudur ? Değil midir?

Not:Kevorkian'da bütün Amerika'da doğup büyüyen ermeniler gibi, ermeni soykırımı hikayeleri ile beslenmiş ve bunu yansıtan bir tablo yapmıştır. İlginçtir ki babası asla ermeni soykırımından bahsetmezmiş. Bu sebeple Kevorkian, soykırım ile ilgili yorum yapacağı zaman genellikle dikkatli ve abartısız yorumlar yaparmış.




19 Ağu 2013

ASİT ATAN ERKEKLER....BİR BAŞKA KADIN KALİAMI....

  Biliyorum yazmayalı asırlar geçti. Bunun için bin tane bahanem var , bir tane düzgünü yok. Affınıza sığınıyorum bu mihvalde. Daha fazla da uzatmadan yazıma geçiyorum.

 Mısır da yaşanan katliamlarla ilgili internette araştırma yaparken, bir internet klasiği olarak bir link diğerine bağlandı ve ben kendimi Pakistan'da buldum. Pakistan 'da da çok korkunç bir katliamın yapılmakta olduğunu öğrendim. Okudukça, araştırdıkça tüylerim diken diken oldu. Kadın haklarına ve kadın hayatına (ben de bir kadın olduğum için elbet-tabi ki kadının kadına yaptığı eziyetler de gayet takdire şayandır) son derece duyarlı biri olarak bunu yazmak ihtiyacı hissettim. ERKEK EGEMEN DÜNYA VE LOTUS AYAKLAR başlıklı yazımda da buna benzer bir konuya değinmiştim. İnanılmaz çok kişi okumuş bu yazıyı, empati yapmış ve şaşırmış.

 O zaman şimdi yazacaklarım da sizi çok şaşırtacak, üzecek ve bu dünyada kadın olarak yaşamanın ne kadar zor, ne kadar tehlikeli olduğunu bir kez daha hatırlatacak.. Bu yazı bazı son derece üzücü- dehşete düşürücü resimler içermektedir. Bu konuyla ilgili önceden uyarmak istedim..

 Kadınlara karşı yapılan bir katliamdan bahsedeceğim. Yüzlerine ve vücutlarına  asit atılmak suretiyle, cezalandırılan kadınların yaşadığı asit katliamından. Bu katliam tahmin ettiğimden çok daha fazla ülkede gerçekleşmekte. Biz bile eski Türk filmlerinden aşinayızdır. Kötü adamlar-pezevenkler- kadınlar onlar için çalışmak ve fahişelik yapmak istemez veya kaçmaya çalışırlarsa, bu kadınların yüzlerine asit atarak onları cezalandırırlardı. Hindistan, Pakistan, Bangladeş başı çekmek üzere, Nijerya, Uganda ve Etiyopya bu korkunç eziyetin kadınlara en çok uygulandığı ülkeler.

 Kurbanlar çoğunlukla 13-26 yaş arası çok genç kadınlar. Kendilerine asit atılmasının sebebi de % 50 oranında bir evlilik teklifini geri çevirmeleri sonucu teklifi eden kişinin kıskançlık krizine girmesi, geri kalan vakalar ise kocalarına karşı çıkan kadınlar, kız çocuğu olmasından rahatsız olup çocuğu öldürmek isteyen babalar, kıskanç kocalar ve iki aile arası kavgalar gibi sebepler.

 Bu ülkelerde senelerce bu katliamı yapanlara karşı o kadar komik cezalar verilmiş hatta daha eskiden yapan kocaysa affedilmişti. Dolayısıyla asit ile saldıracak olan kişinin hiçbir korkusu yoktu. Çünkü en fazla 1 yıl yatıp çıkacaktı. Çoğu zaman o bile olmayacaktı.

Yeni yeni bu saldırıyı yaşamış ve hayatta kalmış kadınların batılı kadınlardan ve hükümetlerden aldıkları desteklerle kurdukları kuruluşlar ve bu kuruluşların hükümetlere baskı yapmaları sonucunda, ağır cezalar verilmeye başlanmıştır. Cezaların arttırılmasıyla beraber vakalarda dramatik bir düşüş yaşanmıştır. Bunun çok daha önceden yapılabilmesinin mümkün olması ve bu hükümetlerin, kadınlarını salladıklarından değil de, batılı abilerinden çekinmeleri sebebiyle bu yasaları çıkarmaları işin en acı kısmıdır kanaatimce. Bu kadınlara yardım eden kuruluşlardan bazıları , The Asian Human Rights Commission (AHRC)  , Acid Survivors Foundation , Acid Survivors Trust International dır.

 Asit saldırıları, erkek egemen toplumlarda erkeklerin ne kadar acımasız, ne kadar sadist olabileceğini göstermektedir. Çok yakın geçmişe kadar yapılan saldırılara karşı verilen cezaların çok hafif olmasına ek olarak, kadınlar polise gidip şikayette bulunmak istedikleri zaman da polis tarafından hor görülmekte ve büyük sıklıkla şikayetleri ciddiye bile alınmamaktaydı.

 Bu ülkelerde yaşayan kadınların ancak %30 kadar bir kısmının doğru düzgün tedavi olabilecek olanaklara sahip olduğu düşünülürse, kalan kısmın hiç tedavi göremediği ve korkunç acılar, yaralar ve sakatlıklarla yaşamak zorunda oldukları bir gerçektir. Şimdi cezaların arttırılması ve Asit kurbanları için kurulmuş örgütlerin yardım elini uzatmaları sayesinde tedaviye ulaşmak daha mümkün hale gelmiştir. Ancak tedaviyle bile bu kadınlar asla eski hallerine dönemez, çoğu korkunç derece deforme olmuş bir halde hayatlarını sürdürmek zorunda kalırlar.

Bu iş için kullanılan asitler genellikle, sülfürik, hidroklorik ve nitrik asittir. Altın parlatmaya yarayan nitrik asidin kuyumculardan, motosikletlerle ilgili mekanik mağazalarından da sülfürik asidin bulunması mümkündür.

Yüzüne ve vücuduna asit fırlatılan kadınların başına gelenler ise bu asitlerin bulunmasından çok daha zordur. Bu asitler deriyle temasa geçtikleri anda çok hızlı bir şekilde eritmeye başlarlar, burun kulak gibi kıkırdak dokular en önce erir, gözlerle temas halinde körlük hemen hemen kaçınılmazdır. Tıbbi yardımın gecikmesi durumunda dudaklar, dişler ve kemikler erir. Asidin gazını solumak bütün ciğerleri ve solunum yollarını yakar buralarda da ahrazlara sebebiyet verir. Hayatta kalan ve tedavi görebilenler sertleşmiş deri, devasa yara izleri gibi en hafif yan etkilerden biraz daha az etkilenselerde sonuçta estetik operasyonlar hiçbir zaman erimiş çenenizi eskisi gibi yerine getiremez veya yok olmuş gözleriniz görmeye başlayamaz. Hayatta kalıp tedavi görememiş olanlar ise korkunç yara izleri ve eriyip birbirine kaynamış deriler yüzünden suratları boyunlar ve gövdeleri birbirlerine yapışmış olarak yaşamak zorunda kalabilirler.

Böylesine bir vahşeti, yıllarca göz ardı etmek, ceza sisteminde uygun düzenlemeleri yapmamak, kadınlara bunu yapanları sanki ödüllendirir gibi serbest bırakmak, hafsalamın  alabileceği bir şey
değildir.

Hep söylerim neredeyse bütün toplumlar erkek egemendir, ancak fanatik erkek egemen toplumlarda, gerek din, gerek adap-namus  gibi kavramlar bahane olarak gösterilerek, kadınlara çok korkunç eziyetler edilmektedir.

Bu yazıyı yazdım, çünkü bilin istedim. Kadınlar yalnız, kadınlar çaresiz, kadınlar devamlı eziyet görüyor. Sessiz kalmayın istiyorum. Yakınlarınızda, bildiğiniz, hissettiğiniz olaylar yaşanıyorsa sessiz kalmayın. Siz yaşıyorsanız, sessiz kalmayın. Ülkemiz de kadın hakları konusunda hala kırk fırın ekmek yemek zorunda olsada bu ülkelerden daha iyi durumda, yardım daha ulaşılabilir, umut daha büyük....

Şimdi sizleri bu korkunç katliamın kurbanlarından bazılarıyla baş başa bırakıyorum. Kendi hikayelerini kendileri anlatıyorlar zaten...







 NAJAF SULTANA
16 yaşında. Babası kız çocuk istemediği için üzerine asit dökmüş. Daha sonra da bakması için onu akrabalarına terketmişler. 15 estetik ameliyat geçirmiş ama koku alamıyor ve gözleri eridiği için kör.




 SHAHNAZ BİBİ
35 yaşında. 10 sene evvel evlenmek istemediği için aileler arasında çıkan anlaşmazlık sonucu karşı tarafın saldırısına maruz  kalmış. Hiç tedavi görme olanağı olmadığı için yüzünün erimiş etleri gövdesiyle birleşmiş. Yemek yemek inanılmaz zor. Ve yara izleri hala acı veriyor.


MEMUNA KHAN
21 yaşında. Bir grup erkek, onun ailesine kin besledikleri için yüzüne asit atmışlar. 21 kere estetik ameliyat geçirmek zorunda kalmış. Bir gözü kör. Kulakları yok.


BASHİRAN BİBİ
57 yaşında. 25 sene evvel kocasının evinde kayınvalidesi tarafından yakılmış. Poliste olay kaza diye geçmiş. Ama bu sözde kaza sonrasında koku alamıyor, kör ve korkun nefes darlığı çekiyor. Daha da acısı gidecek yeri olmadığı için kocasının ailesi ile yaşamaya devam etmek zorunda kalmış. O korkunç aileye bu haliyle 5 çocuk vermiş. Yardım kuruluşları ona her sene belli miktar para gönderiyorlar ama kocası paranın hepsini kendi alıyor ve 25 senedir olduğu gibi onu tedavi ettirmiyor.


 NASREEN SHARİF
23 Yaşında. Çok güzel olduğu ve çevredeki erkekler onunla evlenmek istedi diye kendisini kıskanan erkek kuzeni tarafından 14 yaşındayken, uyurken yüzüne asit dökülmek suretiyle sakat bırakılmış. Kulakları erimiş, kör ve burnundan nefes alması neredeyse imkansız.
PARVEEN AKHTAR
38 yaşında. Kocasının yeniden evlenmesini istemediğini söylediği için kocası tarafından üstüne asit atılmış ve ayrıca yanıcı bir madde daha dökülerek tutuşturulmuş.











NOT: ASİDİK BİR MADDE YÜZÜNDEN  YANIK OLUŞURSA, YANIĞIN ÜZERİNE SÜT DÖKMEK, BOL SUYLA YIKAMAK VE DERHAL DOKTORA GİTMEK GEREKİR....

2 May 2013

İĞRENÇKEN GÜZELLEŞEN GÜN :) ahaha yazarken çok güldüm len..

Kanlar içinde, bir ayakkabın olmadan ve üstünde bir erkek ceketiyle ara sokaklarda koşuyorsun, bir apartmanın girişine saklanıp, ceketin iç gözünden cüzdanı çıkarıp paralara bakıyorsun, karşı apartmanın camından bir genç kız sana bakıyor..
Ayakların 38 numaraysa, bana bir buluz ve bir çift ayakkabı verirsen sana 200 tl vereceğim diyorsun
Genç kız dudağı piercingli, saçları bir tuhaf şu emolardan..Hayatı isyan, sana yardım etmek tam onun mottosu..Aşağıya bir converse ve bir kazak indiriyor, hiçbir şey demeden...Hiçbir şey demeden parasını alıyor ve tekrar eve çıkıp, camdan sana bakmaya devam ediyor..Peki bu hale nasıl düştün..Herşey 6 saat kadar önce başladı..Aslında çok önce başladı, sen doğunca ama o kadar da geriye gitmeye gerek yok.

Alarmın kabus sesiyle uykuna tecavüz edildiğinde, daha uyuyalı 4 saat olmuştu. Göz kapaklarını yırtarcasına zorla açıyorsun. Yataktan kalkmaya çalışırken, kemiklerinin çıkardığı sesler gerçekten içler acısı. Kedi, mama yiyip dışarıya çıkabileceği için sevinçle kucağına atladı, kedinin kafasını okşuyorsun, hayvan keyifle suratına doğru osurunca uykun açılır gibi oluyor. Yataktan kalkıp bu kadar erken saatte çıkmak zorunda olmayan eşine neredeyse nefretle bakıyorsun. Kendini o kadar paçoz hissediyorsun ki tuvalete girdiğinde aynaya kesinlikle bakamayacağına karar veriyorsun. Bakarsan göreceği yaratıktan korkuyorsun. Öylesine yüzünü yıkayıp dişlerini fırçalıyor ve dolabın önüne geçiyorsun. Dolap dolu gibiydi ama giyecek bir bok yok. 3-4 sene evvel bir öngörü ile aldığın ve anca şimdilerde modası gelmiş bir gömleğe uzanıyorsun. Gömleğin tam ortasında tabak kadar bir leke var. Lekeli gömleği dolaba astığın için kendine kızıyorsun. Gömleği dolaba geri koyuyorsun. Bir etek, başka bir gömlek ile giyinme işini hızla başından savıp, makyaj malzemelerinin oraya kendini sürüklüyorsun. Evet artık aynaya bakma vakti geldi. Bakar bakmaz da bundan pişman oluyorsun. Gözlerinin altı mor, gözlerinin olması gereken yerde kanlı birer pinpon topu duruyor. Alnında ve sol yanağında 2 şer adet kendi özgürlüklerini ilan edeceklermiş gibi görünen sivilce var. Cildin grimsi, sarımsı. Rezalet. Biraz makyajla zombiden hafiften insana dönmeyi başardığında artık evden çıkman gereken saatı 20 dakika geçmiş oluyor.Elbette servisi kaçırdın. Mecburen ya taksi çağıracaksın ya da arabayla gideceksin. Taksiye yetecek kadar paran olmayabilir, mecburen arabaya yöneliyorsun. Araba soğuk ve pis, arabaya binerken bacağını kapıya sürtüyorsun ve eteğinle çorabı tozlanıyor, küfrederek yola çıkıyorsun. Trafik, felaket kelimesinin sözlük anlamı. Milimin onda biri gibi mesafeleri almanız bile çok zaman alıyor. Salak bir pop fm açıp çastırıçastırı şarkılarla enerji toplamaya çalışıyorsun ama trafik termosifon gibi elektriğini emiyor. Yanında bir otobüs duruyor, kafanı kaldırıp, tiksinti içerisinde birbirinin üstüne binmiş vaziyette işe gitmeye çalışanları görünce, bir an şükrediyorsun, hiç olmazsa rahatım diye düşünüyorsun ki bu şükür hissi hayvanın birinin akmayan trafikte arabasını senin arabasının önüne kırıp seni neredeyse ezmeye çalışması ile çabucak ortadan kalkıyor.

İşe geç kalıyorsun. Dikey düşmüş kabız bok gibi duran o hıyar plazadan içeriye uçarcasına giriyorsun. Bütün plaza asansörleri gibi, bir-iki kat merdiven çıkmaktansa, asansöre binen hıyarlar yüzünden, her katta duran asansör sayesinde en az 5 dakikanı da asansörde harcıyorsun.Domuz gibi bakışları görmezden gelerek masana oturuyorsun. Az sonra şefin zangoç gibi tepende beliriyor. Aşağıdan bakınca şefin öfkeyle genişlemiç burun deliklerinin içindeki kılları görebiliyorsun..Şefin beceriksizce yapılmış makyajını, bir ton para verip aldığı belli olan ama ona hiç yakışmamış kusmuk rengi bluzunu...
"bu ay, 3. geç kalışınız"
"biliyorum, özür dilerim"
"bir kere daha olursa sizi şikayet etmek durumunda kalacağım"
"olmayacak"

Bir tıslama sesi çıkararak dönüp giden şefin ucuz parfümü genzini kaşındırıyor. Kahveni içmen gerekiyor ama getirdiğin o süslü yemen kahvesi bitmiş. Mecburen çay ocağından kahveden ziyade bulaşık suyunu andıran bir karışım alıp içmek zorunda kalıyorsun. Öğle yemeği saatine kadar toplantı raporlarının hazırlaması gerekiyor.Sadece şefine gösterdiğin ve şefin de çok beğenip onayladığı yeni ar-ge konusu önemli. Öğle yemeğine dışarı çıkmıyorsun. İş yerinde sevdiğin bir iki kişi var, başına dikiliyor ve seni dışarı çıkmak için ikna etmeye çalışıyorlar, için çekmiyor. Toplantı saatine kadar çalışıyorsun. Toplantı vakti gelip de aşağı inince sabah ki rezil his biraz olsun azalmış, azıcık kendine gelmiş oluyorsun, tam toplantıya girecekken eşin arıyor, hayatta en önemli şey iş olduğu için kıymetlini baştan savarak bir iki laf edip adamın suratına teli kapıyorsun. Toplantı, bütün toplantılar gibi. Bir masanın etrafında oturan kabız görünümlü bir sürü kişi. Kimisi kıç yalama babında çok umurlarındaymış gibi şakşakçılık yapmak üzere haplanmış gibi bir enerjiyle konuşulanlara atlıyor, yorum yapıyor kendilerinden hiç istenmeyen eleştirilerde bulunuyor, kimisi önündeki deftere birşeyler karalıyor ve sıkıntıdan nirvanaya ermek üzere gibi duruyorlar. Birden şefin sözü alıyor, gülümseyerek konuşmaya başladığında şaşkınlıktan küçük dilini yutacakmış gibi oluyorsun, hiç adını anmadan araştırmanı kendininmiş gibi anlatıyor orospu. Gülüyor, kırıtıyor ve beğenileri içine çekiyor. Donuyorsun, ayağa fırlamak, birşeyler demek şefine doğru uçmak onu yolmak istiyorsun. Öfkelendikçe, şaşırdıkça daha da taş kesiyorsun. Şefin sözlerini tabiki ki -senin adın geçti burada- 'nın yardımı almadan olmazdı diyerek sözde sana kıyak çekerek bitiriyor. Titremeye başlıyorsun. şok belirtileri bunlar. Patron gülümseyerek şefin gururunu sıvazlıyor, sonra sana da bir iki soru soruyor, geveleyerek birşeyler diyorsun ama ne dediğini bilmiyorsun bile. Sana da yarım ağız teşekkür ediliyor. Toplantı bitiyor. Hayalet gibi kapıya süzülüyorsun ,şefin orada, yaptığı rezilliği, yaptığı aşağık davranışı farketmemiş gibi gevşekçe çok çalışmamız lazım bu işi bitirebilmemiz için diyor ve sıkı dur evet gülüyor hafifçe. Aslında çok çalışması lazım olan sensin. Senin projeni çalan bu deyus da aklınca bütün övgüleri alacak. Neyin intikamı acaba bu, geç kalmaların mı ? Masan ile toplantı odasının arası 123457 km sanki. Yürüyemeyecek gibisin oraya, tuvalet daha yakın. Kendini güç bela helanın birine atıp kapıyı kapatıp neşeyle kusuyorsun. Telefonun çalıyor, yine eşin, o kadar öfkelisin ki bir an hiçbir neden yokken onu boşayasın geliyor..Telefonu açmıyorsun. Çıkıp yüzüne biraz su çarpıyorsun, rimelin akıyor sallamadan yüzünü silip çıkıyorsun. Masana geçiyorsun. Birden aydınlanıyor herşey. Bütün bunlar, yaşadıkların bunu hakedip haketmediğin değil konu, bunu kabul edip etmeyeceğin. Şefin olacak olan orospunun odasına gidiyorsun.
Evet buyur, diyor.
Bugün neden benim projemi sizinmiş gibi sundunuz ? diyorsun.
Karının surat ışık tutulmuş tavşan gibi oluyor ağız aşağıya düşüyor, botoksunun el verdiği ölçüde gözleri açılıyor.
O nasıl ve ne biçim söz, ikimizin projesiydi ve ben sundum senin de katkıların dile getirildi bu nasıl bir saygısızlık, diyerek- yavuz hırsızlık yapmaya kalkıyor.
Kes be, diye bağırıyorsun.
Herkes duydu. Herkes dondu ve size doğru bakıyor.
 Sen şerefsiz kancığın tekisin, burada lafı kıvırıyorsun.. Birincisi o bizim değil benim projemdi, ikincisi projeyi öyle bir sundun ki ben tamamen yardımcı oyuncu olarak kaldım. Hayır aşağılık olduğunu biliyordum da niye bana bunu yaptın onu bilemedim, diye ünlemeye devam ediyorsun
Ne oluyor burda, diye patron olacak herif kul tavırlarından ödün vermemeye çalışarak yanınıza doğru ağır adımlarla yaklaşıyor.Şef patronu görünce birden gaz alıyor, avaz avaz ne olduğu belirsiz şeyler sayıklamaya başlıyor. Patronun gözünde bir bitmişlik ifadesi görüyorsun. Acaba yatıyorlar mı, sonuçta ikisi de bekar gibi alakasız paparazzi vari bir düşünce geçiyor. Patron şefin çığlıklarından anladığı kadarını derleyip sana dönüyor,
Bu durumda haklı olabilirsin ama tarzın ve kullandığın kelimeler bu işyerine yakışmayacak kelimeler, toparlanıp çıkabilirsin diyor.
Gülmeye başlıyorsun, Evet evet kesin yatıyorlar ....
Birden adama acıyorsun zavallı, eğer bu kaknem karıyla yatacak kadar düşmüşse çok acı çekiyor demektir. Adamın acılarını dindirmek istiyorsun, herkesin gerip bakışları altında şefin masasındaki mektup açacağını kapıp, patronun boynuna saplayıveriyorsun. Fışkıran kanlar direk şefin üzerine geliyor. Kesif bir sessizlik, sadece patronun çıkardığı gargaraya benzeyen sesler yankılanıyor...ve sonra birden herkes  çığlık atmaya başlıyor.Koşuyorsun, insanlar paniklemiş danalar gibi sağa sola koştururlarken sen kapıdan çıkıyor, direk merdivenlere yönelerek paldır küldür aşağı inmeye başlıyorsun.Ayakkabının biri merdivenlerde düşüyor. Külkedisi gibi aynı- diye bir düşünce geçiyor içinden, kıkırdıyorsun.Hiç lobiye çıkmadan merdivenlerle direk otoparka iniyorsun ama arabanın anahtarını unuttun, çantan da yukarda ne yapacaksın.. Bir ayakkabın da yok, kimse seni bu halde bir taksiye almaz..O arada telefonun çalıyor, eşin arıyor, Açıyorsun...
Tatlım sabah beyaz kenarı çizgili gömleğimi bulamamıştım kirlide de yoktu vermedin değil mi onu kimseye diyor..
Gülerek, verdiysem ne olmuş ? diyorsun
Kocan vıdı vıdı yapmaya başlıyor, onun eşyalarına karışmaman gerektiğini ayıp ettiğini filan gevelerken, sen
Boklu donlarını ben yıkıyorum, gömleğini ne yapacağıma da ben karar veririrm, gerekirse g..tne sokarım diye bağırarak telefonu yüzüne kapıyorsun.
Çok vaktin yok millet ayılmıştır şimdi seni arıyorlardır, otoparkın bir köşesinde kırılmış masa sandalye yığını var, çöp kamyonuna verecekler herhalde..Sanki bir mucize orada ucu sivrilmiş bir sopa parçası ve tam o esnada içeri giren minik bir araba..
Arabaların arkasında kalarak bekliyorsun, minik araba yakın bir yere parkediyor. Şirket arabası, içinden genç bir kadın iniyor, uzun boylu güzel, elinde telefon ağzını yavşata yavşata birine naz yapıyor..Arkasından yaklaşıyorsun ve kızı dürtüyorsun, kız dönüyor sana bakıyor ve donuyor, üstünde kan var, bakışların enteresan olmalı ve ayakkabının teki yok.
Arabanın anahtarını ver..
Gayri ihtiyari, olmaz diyor kız
Sen bilirsin
sopayı kızın karnına saplıyorsun..
Sonrası kolay
kız topraktan çıkmış solucan gibi kıvranırken sen arabayla otoparkı terk ediyorsun.Sen çıkarken polislerin geldiğini görüyorsun. Bu arada devamlı telefonun çalıyor, eşin arayıp duruyor.Tekrar teli açıyorsun..Eşin çığlıklar atıyor..Teli yüzüne kapıyorsun. İçinde bir huzur. Kendini bir nefer gibi hissediyorsun.Ne yapman gerektiğini nereye gitmen gerektiğini çok iyi biliyorsun.Eşinin iş yerine doğru sürüyorsun arabayı, oraya vardığında eşin 23 cevapsız öfke araması bırakmış, mesaj atıyorsun, aşağıda otoparktayım diye..Herif uçarak aşağıya iniyor, suratında öfke yok,korku var..Anlıyorsun eşini aramışlar.
Ne yaptın sen diyor
Dedim ki diyorsun o gömleği istersem kıçına sokarım..
Ne gömleği, ne diyorsun...sen ne yaptın
Kirlide gömlek iyi bakmamışsın ve beni deli ediyorsun, diyor ve elinin tersiyle eşine bir tane çakıyorsun..şoke olmuş şekilde geriye yuvarlanıyor.Öbür eline bakıyorsun sandalye bacağı hala elinde, eşinin yanına yaklaşıp, bacağına, bacağı saplıyorsun...Eşin çığlıklar atarken ceketini üstünden çıkartıyor ve giyiyorsun..Artık gitme vaktin geldi. Cüzdan iç cepte..otoparkın arkasına yüneliyor ve alçak otopark duvarının üstünden tırmanıp atlıyor- arkadan koşan-eşini farketmiş otoprak görevlilerine aldırmadan kaçıyorsun..Artık yeni hayatın bu. Kaçacaksın, akıllı olacaksın, önüne gelen engelleri aşacaksın..Planın eşek sırtında Gürcistan'a girip, oradan bir şekilde Rusya'ya ulaşıp izini kaybettirmek...Şimdilik.

 

8 Nis 2013

46 YIL SÜREN HAMİLELİK-ZEHRA EBUTALİB VE UYUYAN BEBEĞİ


 


   Hayat garip bir dilemadır. Çok sıradan olabilir. O kadar sıradan olabilir ki neredeyse seneler sonra nerede olacağımızı bile tahmin edebilecek gibi oluruz  ama aynı zamanda hayat sürprizlere gebedir. Bu sürprizler çok hoşumuza gidebilir veya tam tersine bizi mutsuz da edebilir. Hayat mutluluklarla doludur ama bu mutlulukları bir anda elimizden alabilecek kadar acımasızdır da. Hayat çok kısa sürebilir daha jübileyi yapamadan bitebilir veya çok uzun sürebilir.Hayat hayattır işte. Herkesin hayatı kendine özeldir ama bazılarının ki daha bir özeldir..ZEHRA EBUTALİB'in hayatı gibi...


   Zehra Ebutalip 1929 yılında, Afrika'nın Atlas okyanusuna bakan yüzünü okşayan, Fas da dünyaya gelir. 1929 senesi ile evlenip Kazablanka'nın biraz dışında kalan ufak bir köyde yaşamaya başlayana kadar hayatı, sıradan bir köylü kızının hayatı. Evlendiğinde köydeki pek çok kadının eşinden daha iyi bir eşi olduğu için kendini şanslı görür. Sever kocasını, kocası da ona iyi bakar iyi davranır. Sonra 26 yaşındayken 1955 senesinde hamile olduğunu anlar. Mutlu evliliğini, ilk bebeğini beklemenin mutluluğu pekiştirir. Çok istemiştir çünkü bu bebeği..Zaten o yıllara göre biraz geç biraz zor hamile kalmıştır bu bebeğe..dolayısıyla bir sürprizdir bu bebek ona...


   Bebeğini kucağına almak için gün sayarken, her hamile kadının heyecanlarını ve ortak sıkıntılarını o da yaşar ama hiç şikayet etmez. Zaten fiziksel acılara dayanıklı ve güçlü bir kadındır. Sonra beklenen an gelir. Tam 9 aylık hamile değildir ama o zamanlar bu gibi şeylerin çok da hesabı yapılmaz, hem yapılsa ne olacak çözüm yoktur ki....Doğum ağrıları başlar. Çok şiddetli ama beklentiyle dolu ağrılar. Ancak 48 saat geçmesine rağmen doğum gerçekleşemeyince ve ağrılar gitgide şiddetlenince, mecburen Kazablanka da bir hastaneye kaldırılır. 1955 yılının Fas'ı, doktorların elinde var ile yok arası alet edevat ve bilgi, yine de onu inceler incelemez bir terslik olduğunu bebeği normal yollardan doğuramayacağını anlarlar. Hemen ameliyata almak bebeği sezeryan ile doğurtmak isterler. Tam bu esnada, Zehra, yanındaki yatakta yatan kendisi gibi hamile olan ve ameliyata giren kızın karnından bebeği çıkartamadıklarını ve bebek ile kızın öldüğünü öğrenir. Çok korkar ve korkunç ağrılarına rağmen, yalınayak geceliklerle hastaneden kaçar. Kapıda onu yakalayan ailesine yalvararak onları da korkutur ve ikna eder. Hep beraber köye dönerler. Zehranın bilmediği şey bu hareketinin aslında Zehra'nın ölüm fermanı olması gerekirken onun hayatını kurtardığıdır. Hayat bir kere daha şaşırtmıştır ama Zehra bunu 46 yıl sonra öğrenecektir.


   Bebek bir türlü gelmek bilmez, ağrılar o kadar şiddetlidir ki Zehra yattığı yatağı parmaklarıya parçalar. Aradan 4 gün geçer ama bebek kendini göstermez, bu arada Zehra'nın hatırladığı bebeğinin bu 4 gün boyunca devamlı kıvrandığı ve dışarı çıkmak için çırpındığıdır. 5.gün ablası bu bebeği doğurmaktan vaz geçmesi ve hastaneye dönüp ameliyat olması için yalvarmaya başlamıştır. Hatta yeni doğan bebeğini Zehra'ya evlatlık olarak verme sözü bile verir.Ama hastaneye geri gönmeye gerek kalmaz. Bebek birden hareket etmeyi keser, bebeğin hareketlerinin kesilmesiyle birlikte ağrılar da kesilir. Fas da bebekleri ölü doğan veya düşük yapan kadınlara anlatılan bir efsaneye göre bebek bazen hayatla karşılaşmak istemez ve doğmaktansa uyumaya karar verir. Bu bebeklere uyuyan bebekler denir ve annelerinin onurunu ve ruhunu koruduklarına inanılır. Zehra bebeğinin doğmamasını, doğmak istememesine, hareketsizliğini de uyumaya karar vermiş olmasına bağlar.Sancıları kesildikten sonra kesinlikle doktora gitmeyi reddeder ve bebeğim uyuyor der. Bir daha çocuğu olmaz, 3 çocuk evlat edinir, bu çocuklar ona torunlar verir, Zehra'nın bir daha doktora gitmesini gerektirecek hiç sıkıntısı olmaz, sadece hala karnı vardır ve bebeği vücudunu hiç terketmemiştir.


   Gerçekten de Zehra'nın bebeği 46 yıl boyunca uyur. Ancak bir gece, Zehra 75 yaşındayken, korkunç doğum sancılarıyla uykusundan uyanır.Nefes bile alamamaktadır. Yine 2 gün boyunca müthiş ağrılarla cebelleşir, en sonunda evlat edindiği oğullarından biri onu apar topar hastaneye kaldırır.


   Hastanede doktorlar, tıp dünyasında inanılmaz ender rastlanılan bir mucize ile karşılaşırlar. Hasta olarak getirilen ve ağrıları ile karnındaki şişliğe bakarak vücudunda bir çeşit tümor olduğunu düşündükleri kadının röntgen görüntülerinde, ne olduğu anlaşılamayan ama 42 cm boyutlarında ve kesinlikle tümör olmayan yabancı bir nesne görünmektedir. Nesneyi daha iyi anlamak adına Zehra MR cihazına sokullur ve çıkan sonuçlar hastaneyi ayağa kaldırır. 75 yaşındaki kadın hamiledir.Karnında bir bebek taşımaktadır.


  Zehra'nın 46 yıl önce başına gelen ise başlı başına başka bir mucizedir.Döllenmiş yumurtasının rahimin içinde büyümesi gerekirken, hiç rahime düşmemesi ve yumurtalık ile rahimi birbirine bağlıyan fallopi tüpünde büyümeye başlaması sonucu dış gebelik yaşamıştır. Buraya kadar oldukça fazla sayıda kadının başına gelen talihsiz bir durum söz konusudur ancak büyük fark şurdadır; Normal bir dış gebelikte korkunç ağrılar hamileliğin çok erken aylarında kendini gösterir ve hemen tedavi edilmezse genelde çok kanamalı ve hatta öldürücü olabilen fallopi tüpü yırtılmaları meydana gelir. Zehra'nın durumunda hiçbir ağrı meydana gelmeden bu tüp yırtılmış ve döllenmiş yumurta karın boşluğuna düşmüştür. Bebek beslenmesi için gereken plesentasını burada iç organlara bağlamış ve olanaksızın da olanaksızını başararak gelişmiş neredeyse tam boyutlarında bir bebek haline gelmiştir. Belli bir noktadan sonra vücudun bebeği taşıyamaması ve reddetmesi üzerine immun sisteminin bebeğe saldırmasını ( kısaca vücudun bebeği yabancı cisim olarak algılamaya başlayıp yok etmeye çalışması) Zehra doğum sancıları olarak algılamıştır. 1955 senesinde doktorlar Zehra'yı muayene ettiğiklerinde rahiminde bir terslik olduğunu farketmiş ve ameliyat etmek istemişlerdi ama o zamanın koşullarında böyle bir ameliyatın yapılması zaten mümkün değildi ve Zehra'nın ölmesi kesindi. İşte hastaneden kaçışı onun hayatını böyle kurtarmıştı.


   1955 senesinde 5 günlük bir iç savaştan sonra vücut bebeği öldürmüştü. Ancak bebeğin çok büyümesine izin verdiği için onu elimine de edemiyordu. Dolayısıyla bebeğin etrafında kalsiyumdan bir duvar örmeye başladı.Ta ki bebek tamamen taş kaplanana kadar ve bu şekilde bebek gerçekten de 46 yıl boyunca Zehra'nın içinde uyudu.


   Geçirdiği çok hafif bir karın zarı iltahabı Zehra'nın vücudunu bu 46 yıllık misafire karşı yeniden alarma geçirdiğinde Zehra 75 yaşında ve kanser şüphesi ile hastaneye yatırılmış yaşlı bir kadındı.


   Doktorlar bebeği oradan alıp almamak konusunda çok zorlandı, çünkü iç organlara zarar vermek mümkündü, ancak Zehra 46 yıllık hamileliğinin artık bitmesini ve bebeğinin uyandırılması istedi, hastanın ölebileceğini kabul ettiği bir formu imzalamasından sonra uzun ve zorlu bir ameliyatın ardından uyuyan bebek, uyuduğu yerden alındı.


   Zehra için uyuyan bebek, tıp dünyası için taş bebek, bizim için acı ama gerçek manası ile bir mucize bebek.....Hayat işte, mutluluk da verir bir anda da alır, sürprizlerle doludur ama acı olabilirler, kısacık da sürebilir, 46 yıl da, çok sıradan başlayıp, mücizeye de dönüşebilir....






1 Mar 2013

NAPİYIM !! ALLAH BENİ BÖYLE YARATMIŞ..




Annem hep "bu kadar fıttırık olmasan herşey çok daha güzel olacak" der senelerdir. Buna ailemin diğer bireyleri, arkadaşlarım ve eşim de dahil olmak üzere kalabalık bir Grek Korosu kanon yaparak eşlik ederler. Ama anlamadıkları birşey var ki ; O da , bazı hislerin ve hareketlerin insanın elinde olmadığıdır. Yukarıda insanlar hazırlanırken, herkesin tarifinde ufak tefek hatalar olmaktadır. Kiminin hamuru fazla kaçar kazık gibidir, kiminin yumurtası fazla kaçar leş kokar, kiminin suyu fazladır yavşak olur, gibi....Temel kişiliğimizi, ne kadar istersek isteyelim, değiştiremeyeceğimize inanıyorum ben. En fazla -biraz, o da biraz- törpüleyebiliriz belki. Ya da dikkati başka yöne çekerek, mesala gereğinden süslü bir sunumla, kendimizdeki eksiklikleri gizlemeyi deneyebiliriz..

Misalen bendeniz, sabahları kalkamam, özürlüyüm...evet...Saat kaçta yatarsam yatayım, kalkmam gereken saatten mutlaka yarım saat sonra kalkarım...Bu saat kaç olursa olsun geçerli olan, yerçekimi gibi bir kanundur.

Uyuzun biriyimdir. Öyle herşeyi beğenmem, alışverişe çıkarım, kılı kırk yararım, hiç bi bok bulamam, sinirlenirim, etek almaya çıkmışımdır, 4 domates alır gelirim. Beraber birileriyle alışverişe çıkmışsam daha da kötü. Beğendiğim şeyi, alışveriş yaverim beğenmezse sinirlenirim falan...

Bir meşgaleyle meşgulsem veya birşey düşünüyorsam süper içe kapanık olabilirim. Yanımda davul çalsalar farketmem, soru sorulur cevap vermem, böyle alık alık ufka dalar giderim..Etrafta olan için süper sinir bozucudur.

Telefonlardan nefret ederim, can arkadaşlarım veya ailem dışında birleriyle konuşmak bana zul gelir, bilmediğim numaraları açmam, tanımadığım çağrılara dönmem. Hatta mode depresyon turned on ise genel olarak telefonları duyma yeteneğimi kaybederim...Bu sebeple, çok sevdiğim insanların kalplerini kırmış olmaktan korkarım..Bunu okuyorsanız, özür dilerimmm

Beynimin agresyon merkezine, benzinle yıkanmış bir hallaç pamuk konmuş gibidir. Bir anda alev alır. Boing uçaklarından daha süratli bir şekilde sinirlenebilme kapasitem vardır ama bazen o kadar kısa sürer ki sinirlendiğime değmez, öyle deli deli çığırmış olmakla kalırım.

Hımbılın biriyim, eğer üşenirsem, koltuk altına tuvalet monte etmiş olmayı dileyecek kadar üşengeç olabilirim. Oturduğum yerde yosun tutabilir, çiçek ve meyve verebilirim.

Deve denen hayvanla kapışır derecede kindar olabilirim hatta o kadar unutmam ki, bazen neden unutmadığımı unuturum..

Kedimle bile inatlaşacak kadar inatçı ve fikri sabit olabilirim. Allah'ın idefix kedisi, banyoda bulunan matruşka biblolarımı patikleyerek yere atmaktan ne kadar bıkmadıysa, ben de onları kaldırıp tekrar dizmekten hiçbir zaman bıkmayacağımı bilirim...

Karamsarlaşırsam, o kadar kararırım ki, is bağlarım, o isi çıkarana kadar iki okyanus suyu gerekebilir. Bir de karamsarlaşma döngüsüne bir girersem, allllllaaaaah oradan çıkana kadar..ölme eşeğim ölme...

Dangalağın biriyimdir. Aklımdaki, dilimin ucundadır. Rol yapamam, birini sevmedim mi, sosyal hayat gereklilikleri bunu gerektirse dahi, severmiş gibi yapamam. Zort diye suratlara konuşurum...

Bu liste böyle devam eder ama bana fenalık geldi..Bu kadar kötü bir insan değilim ben aslında. Ama alt alta yazınca ürperdim bir an. Yoksa aslında çok ciciyim ben, gerçekten...

PEKİ Siz nasılsınız.Bir düşünün bakalım, sizin üretim hatalarınız neler ????


7 Ara 2012

BİR S..R GİT LİSTESİ


Etrafımda olanı biteni izlerken, bazen çok hoşuma giden şeylerlerle karşılaşıyorum ama bazen de beni anormal derecede kıl eden, durumlar ve kişilerle de yüz yüze gelebiliyorum. Özellikle  beni çok geren ve kendilerine en içten dileklerimi sunmak istediğim şeyler ve kişiler listesi yapmak istedim. Bu bir şekilde papaz efendiye günah çıkarmak gibi de geliyor. Benim papaz efendim de siz oluyorsunuz bu durumda. Buyrunuz ,benim bu aralar ki bir s...r git listeme...

1-Türkiye gibi yolları bozuk, benzini şaka gibi pahalı ve trafik kurallarının sadece sallanmak için konumuş olduğu (özellikle de bütün bunlara ek olarak, trafiğin günün 30 saati tıkalı olduğu İstanbul şehirinde) bir yerde yaşayıp, milyonlarca liralık, saatte 7000 basan, yerden sadece 3 cm yukarada arabalar satın alan salaklar....Bu o kadar saçma , o kadar manasız, o kadar-o kadar-o kadar gerzekçe ki anca şöyle açıklayabilirim...3 bin TL verip aldığı incili 15 cm topuklu Louboutin ayakkabılarıyla bir kadının, spor salonuna gitmesi ve bu ayakkabılarla koşu bandına çıkıp koşmaya çalışması, sonra ordan çıkıp halterin altına girmesi ve sonra da pilates yapmaya çalışması ne kadar manyakçaysa yukarıdaki yazdığım durum da işte bu kadar manyakçadır.Bu arabaları alanlar bir s...r git listemdeki gururlu yerlerini hep koruyacaklardır.

2-Yukarıdaki ile bağlantılı bir madde olacak ama ayrı başlık altında yazmak istedim.. Gereğinden büyük evlerde, gereğinden fazla lüks içinde yaşayıp bunu hava atma malzemesi olarak kullananlar. Bir ev, evde kaç kişi yaşıyorsa maksimum o kadar kişi sayısı +1 odalı olursa son derece yeterlidir. Ama 35 kişinin yaşayabileceği evlerde 2 kişinin yaşaması kadar bence gereksiz ve şımarık bir hareket olamaz. Dekorasyon dergilerine çıkıp, 900 metrekarelik evlerinde 3 kişi yaşayarak bir masaya 45 bin TL vermiş olduklarını beyan eden kişilerin hepsine bir si...r git demek istiyorum...Aynı tarz kişilerin genellikle yukarıdaki maddede yazdığım tarzda arabalar alıp, kullanamadıklarından dolayı, bar veya kafe önlerine çektikleri ve kadın avlamaya çalıştıkları bilinen hayat gerçeklerindendir. Bu kişilerin karılarının da solaryuma girmekten kararmış ellerinde kredi kartları, sümüğümü silmeyeceğim çantalara binlerce lira dökmekte ve mutlu olmaya çalışmakta oldukları veya kaslı spor hocalarıyla samba yaptıkları tahmin edilmektedir....

3-Herkesin bir stil ikonu, bir fashionista olarak nitelendirilmesi bu aralar pek bir trendyyyyy..Fashionista olmak ne demek? Şu demek, lunapark palyaçosu gibi giyinerek sokağa çıkıp biraz ünlüysen resimlerini çektirtmek, değilsen kendi resimlerini çekip bloğuna koymak, birilerinin de farklı olmak ile eblek gibi görünmek  arasındaki farkı kaçırıp seni beğenmesi demek.. Hayatımda gördüğüm , görebileceğim en saçma sapan kıyafeteri bir araya getirebilmeyi başararak, moda haftalarını dolaşmak suretiyle bizim giydiklerimizi eleştirebilme veya trend belirleyebilme yetkisine sahip olduklarına inananlar veya tam tersi iki kişi o blogu okuyor diye, blog sahibini, moda ikonu haline getirenler, hepiniz topluca bi s...rip gidebilirsiniz.

4-Memleketimdeki sonradan görme elit tabaka veya sosyete bozuntuları veya artist çakmalarının hepsinin yaratıcılıktan, orjinallikten uzak beğenileri ve hareketleri.Memleketimde bu kesimlerdeki herkese soruyorlar nerelereri seversiniz, nerelere gidersiniz diye, herkesin ağzından çıkan, Bir NewYork, Paris, Londra. Bu nasıl iştir anlayamadım..Biriniz de başka bir şehir ismi verin, Rio diyin mesela, mumbai deyin ne bileyim nairobi deyin....Ne şehirlermiş bu londra, newyork, paris...Paris dediğin iki süslü taş ev, bir demir kule, londra desen bütün gün yağıyor, newyork istanbul'un aynısı yerler balgam çöp kaynıyor..evet gitmek görmek lazım ama her birine birer kere gitsen yeter..Gerçekten 2 fazla, 3 gereksiz..Farklı olamayan, herkes ne beğeniyorsa onu beğenen, yeniliklere kapalı, topluluk nereye giderse oraya gidenlere , sevgilerle bi s....rin gidin diyorum o halde.

5-Romantik ve hisli blog veya roman yazacağım diyerek başlayan, içimi şişire şişire 2 cümlelik konuyu, 3 sayfa vıcıta, yavşata yazan, en sevdiğim mevsimdir sarı sonbahar takılıp, bir yaprağın rengini ve damarlarını tarif etmek suretiyle kendini edebiyat yapmış kabul ederek nobel ödülü alacağını zannedenlerden fenalık geçirmekteyim. Ne olur s...rip gidin....

6-Devamlı kendi reklamını yapanlar, işindeki veya ilişkisindeki başarılarını milletin gözüne gözüne sokanlar..Tamam başarının sırrı azıcık kendinin reklamını yapmaktır doğrudur..Ancak allah rızası için ya, malzemen belli, tarifin belli, senden çıkacak yemek belli..Hadi seni tanımayanlar diyelim attığın palavralara kanıyor, tanıdıklarının yanında yapma bari..Bütün gün uyuduğunu bildiğim birinin çalışmaktan şiştim veya işimde çok başarılıyım ayaklarına yatması beni delirtiyor veya senin ilişkinin ne kadar güzel olduğunu, ne kadar mutlu olduğunu dinlemek beni bayıyor çünkü biliyorum kocan seni boynuzluyor, gözlerimle gördüm, sende biliyorsun ....gerçek başarılar biraz gizli our...gerçek aşk biraz gizemli olur, yaşayanlar arasında kalır..Dolu başağın boynu bükük olur..Kalanlar s..rip gidebilir.

7-Daha önceki yazılarımda bir iki kere değinmiştim ama en son gördüğüm bir reklam, beni artık hem güldürdü hem de sinirlendirdi. Reklamı yapılan krem hücre içi dna hasarını tedavi edebileceğini iddia ediyordu..lazer ışını mı bu krem, bir çeşit kemoterapi ilacı mı, hücre içi dna hasarını yüzümüze sıvazladığımız bir krem nasıl çözecekkk? Nasıl ??? Kremler nasıl yüz kaslarımızı toparlar, kaslara ulaşamazlar, hatta derinin alt katmanına dahi ulaşamazlar. Hiçbir krem memenizi, yüzünüzü, poponuzu,karnınızı sıkılaştırmaz.....sadece cildi daha pürüzsüz yapıp ilizyon yaratır. İnsanları, yalancı, veya gereksiz şaşalı cümlelerle kandırıp, milyonlarca liralarını çalan bu hırsızlara verilecek tek cevap, kaliteli ve uygun fiyatlı markalardan alacağınız ve uygulayacağınız kremlerle de cildinize bakım yapabileceğinizi gördükten sonra, kazıkçılardan alışverişi bırakmaktır. Ah evet tabi...bir de onlara s....r git diyebiliriz...




Bu arada uzun zamandır yazmadığım, ihmal ettiğim ve tembellik yaptığım, üstelik de bu tembelliğim için mazeretim de olmadığından dolayı kendime de s..r git diyebilirim sanırım..Ama gördüğünüz gibi kendimi  affettirmeye çalışıyorum :))))